Hasan Yücelen 'Mudaho'
Akıncılar (Lurucina) Türkleri'nin Yüzyıllık Varoluş Mücadelesi
Hasan Yücelen " Mudaho" Akıncılar ( Luricina) Türkleri'nin Yüzyıllık Varoluş Mücadelesi Değerli okuyucular / site misafirleri , bu sayfa Hasan Yücelen’in köyümüz hakkında yaptığı araştırma sonucunda yazdığı kitaptan , hiçbir şekilde değiştirilmeden alınarak derilenmiş ve köy halkımız ve sizlerle paylaşmak üzere hazırlanmıştır.Aşağıda da açıkça görüleceği gibi bu araştırma çok kapsamlı ve kalitelidir! Değerli büyüğümüz Hasan Abimiz, büyük bir araştırma sonunda kaleme aldığı kitaptaki bilgileri , hasta olmasına karşın, büyük bir özveri örneği göstererek sizler ile paylaşmamıza izin vermiştir.Hasan Abimize huzurlarınızda bir kez daha teşekkür eder, bu projemize verdiği desteğin başkaları için de bir örnek teşkil etmesini temenni ederiz.Bu örnek davranış ile kendisine olan sevgi ve saygınlığı bir o kadar daha artırmıştır. Hasan Abi ye geçmiş olsun dileklerimle birlikte, uzun ve daha sağlıklı nice yıllar dilerim.
—------------------------------------------------------------------------------------
This page is dedicated to the research of Hasan Yücelen 'Mudaho'. Everything on this page is from his own book in his own words. His dedication in researching every aspect of Lurucina's history is self-evident and deserves respect. I hope that people who have not had the good fortune to find his book, published in March 2006 and printed by Ates Matbaacilik Ltd, will now have an opportunity to read part of his research on this page. Hopefully with the passage of time there will be more to expand on the contents of his book. I hope everyone enjoys reading Hasan's book as much as I have.Sadly while I write this page, Hasan's health is not in good shape. I would like to wish him and his family the best of good health and happiness, and above all a speedy recovery. Last but not least a massive thank you for the time and effort he put into helping us all learn and understand our past history and heritage.
Ismail Veli 'Kirlapo' 8 October 2012
*************************************************************************************************************
Hasan Yücelen 'Mudaho'
Akıncılar (Lurucina) Türkleri'nin Yüzyıllık Varoluş Mücadelesi
Köye Yönelik Göç Dalgası. Sayfa 26
1804-1806 tarihleri arasında Kıbrıs'taki kırsal alanlarda yani köylerde yaşayan Türklerin Osmanlı Valisinin onay ile Kilise ve tercüman tarafından konan agir vergiler karşısında ayaklanmalarından dolayı çok sayıda Türk'ün hayatını kaybettiği ve göç ettiği ortadadır. Bunun ötesinde ayaklanmadan sonra asayisin yeniden tesis edilmesi için iki yıllık bir sürenin geçtiği dikkate alınırsa asi olarak görülenlere ne gibi ceza uygulandığını anlamak zor değildir. Bu ayaklanma ve ağır can kaybından Lurucina’in soyutlanmasi mümkün değildir. Yukarıdaki bilgilerde Lurucina Köyü'nde Linobambaki olarak bilinen insanların yaşadığından söz ediliyor. Dolayısıyla bu inançtaki insanların telef edildiği veya yöreden sürüldüğü anlamı çıkar. Ayaklanmanın bastırılması sırasında Osmanlı ordusunun asi olarak kabul edilenlere karşı uyguladığı acımasızlık ise gayet iyi biliniyor. örneğin bu ayaklanmanın bastırılmasında görev alan ve daha sonra Türklere yapılan zulümden nedamet duyup intikam için 70 silahşör ile Kıbrıs'a dönen ve bu esnada yakalanan Altıparmak isimli Sinde (İnönu) kökenli binbaşının başına gelenler ve o dönemde yaşananlar ibret vericidir.
*********************************************************************
Sindeli (Inönü) Binbasi Altıparmak
Sayfa 27-28 Büyük Kıbrıs Ansiklopedisi 9. cildinin 383 üncü sayfasındaki bilgilerin tam çevirisi aşağıdadır.
Altı parmak 1804-1805 tarihleri arasında, Kıbrıs Türk makamları (Vali) ve Kıbrıs Rum makamları (Başpiskoposluk) tarafından Kıbrıs Türklerin, muhtemelen Rumların ve özellikle köylerde ikamet eden Linobambakilerin, Dragoman (tercüman) ve diğer makamlara karşı yapılan ayaklanmanın bastırılması için kullanılan, Kıbrıs'ın bir nevi paramiliter jandarma birliği babayiğit lerinden savaşcılarından biridir. Başpiskoposlugun xx 1 sayfa 15'teki kayıtlarına göre Altıparmak 7 Ağustos 1804'de Bezirganoğlu isimli başka bir babayiğitle birlikte maaş veya ödül şeklinde altı akce aldı. Altıparmak 1806 yılında Tarsus'da binbasıdır ve anlaşıldığı kadarıyla onu bu mevkiye, Küçük Asya'dan Kıbrıs'a asker gönderilmesini sağlayan Kornesios'un girişimi üzerine adaya gelen Abidin Paşa atadı. 1806 yılı Mayıs ayı ortalarında beraberinde yabancı 70 fellah ile birlikte Kıbrıs'a döner ve Karpaz sahillerinden adaya ayak bastı.Orada, kendisine diğer zorbalar da katılır. Amacı, 1804-1805 yılları arasında Rumlar ve özellikle Piskoposlar tarafindan Kıbrıs'taki Türklere ve Linobambakilere yönelik 'hareketlerinden' dolayi sözü edilenlere ateş püsküren fanatik Kıbrıs Türklerin başına geçmektir. Sözü edilen bu hareketler, altıparmak ve diğer Babayiğitlerin de katılımı ile Kıbrıslı Türk ve Linobambakilerin ayaklanmasının bastırılmasıydı. Ayaklanmanın bastırılması sırasında çok sayıda asi öldürülmüştü. İki yıl önce Başpiskoposluk, Türk ağalar ve Türk Vali hesabına savaşmak için kilisenin aylığını alan Sinde'nin pişmanlık duygusu içinde olan zorbası, şimdi intikam almak için geldi.Ancak şimdi inanıyor ki öldürülen Türkler, ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılması konusunda Türk liderlerini ikna eden Rumların kurbanıdırlar. Altıparmak, muhtemelen 1804-1805'te faaliyetlerinden dolayı nedamet duyguları içindedir ve diğer fanatik Türkler tarafından etkilenmiş olabilir.Her neyse yakalandı ve sonu trajik oldu. Canlı canlı derisi yüzüldü. 1804-1805'te meydana gelen olaylar sonucu tırmanan ırklar arası (toplumlar arasi) kine karşın, o zamanda bile Türk Rum makamları yakın bir işbirliği içindeydiler. Yazının devamında 1805 yılı Temmuz ayından 1806 yılı Temmuz ayına kadar Kıbrıs Vali olarak atanan El Hacı Hüseyin efendi'nin Kornesios'un İstanbul'daki özel girişimleri sonucu geldiği belirtiliyor.Meydana gelen bu olayların 1821'de Rum din adamları ve diğer önde gelen Rumların öldürülmesini tetiklediği ve günümüze kadar süren Türk ve Rum toplumları arasındaki çatışmanın başlangıcını teşkil ettiği kaydediliyor. İsyanın bu kadar acımasızca bastırılması sırasında Linobambaki olarak kabul edilen Lurucina'da ikamet edenlerin başına neler geldiğini anlamak zor değildir. Bundan dolayı 1804 sonrası köyde yaşayan bu inançta kişilerin yok edildiği veya başka yerlere kaçıp saklandıkları sonucu çıkıyor Sayfa 28-30 Fırtınanın geçmesinden sonra Lurucina'ya yönelik bir göç dalgası başladığını görürüz. Bu günün Akıncılar ınsanı atasının nereden geldiğini hemen hemen biliyor. Nesilden nesile anlatılarak günümüze ulaşan bilgiler tartışma kabul etmiyor. Halen Avustralya'da yaşayan Akıncılar köylüsü Yusuf Yusuf (Yusuflar) 1940 yılından beri köy sakinlerinin kökenleri hakkında kendinden daha yaşlı olanlardan ve tapu dairesinden çok uzun ve detaylı bir çalışma yaptı. 17 Temmuz 1920 doğumlu olup 8 yıllık eğitim veren Rüştü okulu mezunu olan ve 1939'dan 1977 yılına kadar Lefkoşa'da Avukat katipliği yapan Yusuf Yusuf derlediği bilgileri bir kitap halinde yayınlamayı planladığını, ancak köy hakkında bir kitap hazırladığımı işitince bu bilgileri seve seve bana verdi. Yusuf Yusuf'tan alınan bilgiler aynı konuda bilgi sahibi olan 67 yaşlarındaki İsmail Barbaros, ve genç olmasına karşın bu konularda büyük bilgisi olan 54 yaşındaki Hüseyin Bendaşan'dan alınan bilgilerle de teyit edilmis oluyor.Verilen bilgilere göre Akıncılar köylülerinin hemen hemen %90 nı oluşturan aile reislerinin 8 nesil önce, yani ortalama iki yüz yıl önce köye göç ettikleri anlaşılıyor. Bu aile reislerinin isimleri, nereden geldikleri ve onların devamı olan aileler öyledir.Yusuf Mustafa (Kırlangıç, şiliono) 8 nesil önce Larnaka'nın Pirga köyünden Lurucinaya yerleşti. Köyde Mustafa isimli bir oğlu oldu. Hasan Arap diye bilinen bir oğlu oldu. Hasan'ın ise Osman, Yusuf, Said, Rüstem, Hüseyin, Mehmet, Mustafa, Necip isimli 8 oğlu ve 3 kızı oldu. İki kez evlenmişti. Kitabın yazarı Necip'in torunudur.Mehmet Said isimli kişi de aynı dönemde Silifke Türkiye'den köye gelip yerleşti. Köydeki ailesi (Katsuralar, Kanseller, Boşnaklar, Ali Kaliler ve Sakallı'lardır.''Birini'' isimli kişi Vuda köyünden gelip yerleşti. Köydeki ailesi Osman Birini, Yusuf Yıldırım ve Karayeller'dir (Karaeler).İbrahım Karavoli Köfünye'den geldi. Köydeki yakınları, Coşkun, İbrahım Gangrello, Mustafa Cağataylı ve Tozlar (Tozziler). Mehmed Kadri'ni Dali'den geldi, daha önce Ege yöresinden geldigi söyleniyor. Köydeki yakınları Bedasiler, Bendaşanlar, Pekriler, Kaçarlar, Tavşanlar (Lao), Barbaroslar, Cufoğulları ve Koca İsmailler. Sarı Mehmet Hürrem bey Antalya'dan geldi. Köydeki yakınları Gaziler, Mullalar, Böyleler, Göksanlar. Mehmet Ali Porto Dali'den gelip yerleşti. Köydeki yakınları, Efeler(Gürsoy) Takkalar, Tunceliler, Azginlar, Aligünniler, Bedeler.Bayram Cidari Dali'den geldi. Köydeki yakınları İzzet Küfiler, Ahamadiler, Paşolar.Sarı Mustafa Tahura, Türkiye’den geldi, köydeki yakınları Veci, Giço, ve Kanulli.
************************************************************************************************
Lurucina ve Osmanlı dönemi ,
Sayfa 30
Osmanlı yönetimi sırasında köy hakkında kitaplardan ve köyün geçmişi hakkında geniş bilgileri olanlardan saptaya bildiğimiz konulardan bazıları hakkında daha önce söz etmiştik. Buna göre 1825 yılında köyde vergi ödeyenlerin sayısı belirtiliyordu. Vergi ödeyenlerin sayısından hareketle köyde çok az bir nüfus yaşadığı sonucu çıkar. İngilizlerin adayı almasından sonra 1881 yılında yapılan sayımda köyde 598 kişinin yaşadığı tespit edildi. Adanın Osmanlı döneminde bulunduğu sırada adayı gezen George Jeffrey F.S.A isimli yazar "Historic Monuments in Cyprus" isimli eserinde Lurucina Köyünü ziyaret ettiğini belirtiyor. Yazar'a göre Lurucina fakir görünüşlü ve muhtemelen iki camisi olan bir köydür. 1856 ve 1864 de bu köyde iki kilise inşa edildi. Bu köyde Müslüman ve Hristiyanlar birlikte yaşıyor. Karma olan bu köye Lefkoşalı zengin bir Türk, okulu ve Cami inşa etti.
********************************************************************************
Yargıç Yusuf Ağa
Sayfa 30-33
Daha önce de belirttiğim gibi Mehmet Kadrini isimli kişi tahminen 8 nesil önce (kesin tarih bilinmediği nedeniyle köy hakkında bilgileri olanların verdiği bu bilgiler tarih olarak alınıyor). Dali'den köye gelip yerleşti ve zamanın idaresi tarafından özellikle verimli topraklara sahip olan Dev Yırtığı bölgesinde kendisine mal verildi. Bu bölge Larnaka-Lefkoşa anayolu üzerindedir. Osmanlı otoritesinin zayıfladığı ve firari askerlerle soyguncuların kol gezdiği bu bölgede çalışmak yürek isterdi. Mehmet Kadri'de bunlari gögüsleyecek yürek vardı. Bundan dolayı bölgede geniş bağlar geliştirdi ve oğulları ile buraları çalıştırıyordu. Oğullarından Yusuf babasına biraz kafa tutardı.Osmanlı Ordusu için asker toplayan ekip köye gelince Mehmet Kadri kendi sözünden çıkmayan oğullarından birisini askere vermektense Yusuf'u göstererek "bunu alın der", ve böylece Yusuf asker olur. O dönemde askerlik yıllarca sürerdi. Bu günkü gibi haberleşme olmadığı için Yusuf'tan haber alınmadı.Babası yaşlanıp bağlarının bir bölümünü diğer oğullarına verdi ve bir miktarı kendine ayırdı. Askere giden Yusuf, okuma yazma yanında iyi kılıc kalkan kullanmasını da öğrenir ve paşa yaverliği de yapar. Daha sonra adaya döner ve Lefkoşa'da yargiç olarak atanır. Ailesine kırgın olmamakla birlikte malların dağıtımında kendisine haksızlık yapıldığı görüşü ile köye uğramaz. Babası ise bağcılığa devam eder. O dönemin geleneğine göre kimse izinsiz bağ tarlasına giremezdi, ancak yol kenarında bağ tarlası bulunan herkes yoldan gelip geçenlerin yemesi icin bir köfün dolusu üzümü yol kenarına koyardı. Mehmet dayı da böyle yapıyordu. Buna rağmen bir gün bağ tarlasında dolaşan iki yabancıyı görüp onları polise teslim etti. Polis, yakalanan bu iki üzüm hırsızını yargılamak amacıyla Yusuf Ağa'nın huzuruna çıkarır.Olayları dinleyen Yusuf Ağa şikayetçinin babası olduğunu anlar. Bunun üzerine hırsızlara enteresan bir ceza verir. Mahkeme kararına göre hırsızlar bağ sahibine gidip elini öpecekler ve ondan özür dileyecekler. Babasının karakterini gayet iyi bilen Yusuf Ağa babasının sert tepki göstereceğini, hatta bu kararı veren yargıca küfür edeceğini biliyor. Bundan dolayı hırsızları özür dilemeye götüren polislere, " Mal sahibi yargıcı görmek isterse bana getirin" der.Olaylar tahmin ettiği gibi gelişti. Hırsızları karşısında görüp niçin gittiklerini öğrenen Mehmet Dayı, yargıca veryansın etti ve "Hangi deyyus bu kararı verdi?" dedi. Polisler arzu ederse yargıcı gidip görebileceğini söyleyince hemen yola düştü ve mahkemeye gitti. Mahkemede yargıcın kim olduğunu anlamaya vakit bulamadan aynı lafları tekrarladı. Yargıçtan beklediği tepkiyi görmeyince ve dikkatlice bakınca yıllar önce askere yolladığı oğlu Yusuf'un yargıç olduğunu fark etti ve baba oğul birbirlerine sarıldılar.Mehmet Dayı oğluyla birlikte köye gitmelerini önerdi ve beraberce köye gittiler.
Ertesi gün Dev Yırtığı bölgesine giderek tanıkların huzurunda hissesine düşen bağ tarlalarını verdi. O dönemde henüz tapu kayıtları yoktu (tapu kayıtları 1857 yılında başlamıştı). Bir malın babadan oğula geçmesi 3 tanık huzurunda olurdu. Buna göre baba ve oğul tanıklar verilecek malın içinde diz çökerdi, daha sonra verilecek tarla miktarı belirtilir ve baba tarafından oğluna üç avuç toprak verilirdi.Daha sonra Yusuf Ağa evlenip köye yerleşti ve 5 erkek babası oldu. Anlatıldığına göre Yusuf Ağa gözüpek cesur ve mert bir kişiydi. çok iyi kılıc kalkan kullanıyordu. Bu arada Osmanlı Ordusu'nda meydana gelen başıbozukluk devam ediyordu. Anlatıldığına göre Mehmet Cemberli'nin evinin arkasındaki su deposunun karşısında olan kemerli bir evde düğün vardı. O dönemdeki geleneklere göre bölgenin en yetkili kişisi kimse düğünün ilk gecesini gelinle geçirme hakkına sahipti.Zorbalığa dayanan ve hiçbir yasal dayanağı olmayan bu haktan yararlanmak amacı ile köyde düğün olduğunu öğrenen sayısı öğrenilemeyen firari Arnavut asıllı Osmanlı Askerleri düğün evine gitti. Silahlı olan bu askerleri görenler paniğe kapıldı, ancak ellerinden birşey gelmiyordu. Bunun üzerine düğün töreninin mümkün olduğu kadar uzatılması ve bu arada Yusuf Ağa'ya haber verilmesini kararlaştırırlar. Kendilerinden emin olan firari askerler çok geçmeden karşılarında kılıcı ile beliren Yusuf Ağa'yı görürler. Yusuf Ağa sert bir nara atarak odayı aydınlatan ve tavanda asılı olan lambayı kırar ve Arnavutlara saldırır. Arnavutlar çetin cevize çarptıklarını anlayıp panik içinde köyden ayrılırlar. (Bu bilgiler Yusuf Ağa'nin soyundan gelen Hüseyin Bendaşan tarafından verildi).
********************************************************************************
1900' LU YILLARDAKI YAŞAM
Sayfa 33-35
Osmanlı döneminde olduğu gibi İngiliz Yönetiminin ilk yıllarında Kıbrıs'ın kırsal alanındaki yaşam genelde çok ilkeldi. Yol, su, elektrik, haberleşme, sağlik hizmeti, okul ve eğitim yoktu. Köyü bir cehalet ve yoksulluk egemendi. Lurucina Köyünde evlerin büyük bir çoğunluğu kerpiçtendi. Az sayıda ev taştan inşa edilmişti. Okur yazar oranı hemen hemen sıfır düzeyindeydi. Ulaşım genelde katır arabalar ve eşekler ile yapılıyordu. Köylünün genel geçim kaynağı ilkel yöntemlerle yapılan tarım ve küçükbaş yani koyun, keçi çobanlığı tarım ve bağcılıktı. İlerleyen yıllarda çok sayıda köylü İngiliz idaresi tarafından başlatılan yol inşa çalışmalarında çalışmaya başladı. Başka bir kesim ise genelde Lefkoşa'ya gidip çalışıyordu.Bu çalışmalar bazen yol inşaatlar şeklindeydi. Bu yıllarda kırsal kesimde okullar açıldığı görülür. Sağlik konusu ise yürekler acısıdır. Doktor hemen hemen yoktu. Hasta olan köylüler tedaviyi Papaz, Hoca ve üfürükçülerden arıyordu. Tifo, Verem, Trahom ve benzeri hastalıklar kol geziyordu. Halkın büyük bir kesimi geçimini temin etmekte çok büyük zorluklarla karşılıyordu. Lurucina köylüsü topraklarının verimli olması nedeniyle ilkel şartlarla sulu tarım özellikle domates üretiyordu. Nadasa bırakılan ova tarlalarına ise Lurucina'nın hala çok meşhur olan susuz börülcesi ekiliyordu. Ayrica bağcılık geniş çaplı yapılan başka bir daldı. özellikle köyün güneyinden Larnaka'ya giden toprak yol boyunda yüzlerce hatta bin dönümlere varan bağlar vardı. Bağ ürünlerini korumak için geçici olarak bağ destebanları atanırdı ve herkes sahip olduğu ba miktarina göre bu destebanların ödenmesi için para verirdi. Toplanan üzümler çesitli şekilde değerlendiriliyordu. Bunlardan bir miktar sofralık olarak kullanılırken bir miktar da köydeki rakı kazanlarında rakı için kullanılıyordu. Bir kısım ise evlerde kuru üzüm için kullanılırken büyük bir kısım Limasol'daki şarap fabrikalarına satılırdı.Fabrikaya satılacak üzümler bugün Atatürk Büstünün bulunduğu yerdeki harmanda toplanırdı. Burda yapılan tartıdan sonra kamyonlara yüklenirdi. Köyümüzde rakı üretmek için var olduğunu hatırladığım kazan sahipleri şunlardır. Mehmet Zabit, Emine Yassi, Hüseyin Geleo, Ramadan Zurnacı. Harmanlarda ekin kundaklama intikam alma yöntemlerinden biriydi. O dönemde biçerdöver olmadığı için ekinler orakla biçilir, demet bağlanır ve köy içi ile köyün çok yakınında olan harmanlara taşınıp öğütülürdü. Harman savunma dönemlerinde savrulan samanlardan şikayetci olanlarla mal sahipleri arasında tartışmalar yaşanırdı. Lefkoşa ve diğer yerlerde çalışan köylülerimiz bu iş yerlerine köy otobüsler ile giderdi. O dönemde her sabah köyden 6 otobüs kalkardı. Otobüsler bugünkü köy meydanlığından hareket ederdi. Bu bölgede kahvehaneler ise gidecek işçilerin sicak bir şeyler içmesi için çok erkenden açılırdı. Erkencileri taşımak için ilk otobüs sabahın beşinde hareket ederdi. Diğer 3-4 tanesi 6 dolayında ve yolcuları yani, herhangi bir nedenle kasabaya gidecek olan hasta, alışveriş vesaire işler için gidenleri taşıyan otobüs saat 7.30'da köy meydanından hareket ederdi.Otobüslerin biri erkekler birisi de kadınlar olmak üzere iki bölümü vardı. Yani arada herhangi bir bölme yoktu. şöyle ki yolcular arasında kadın olunca bunlar ön kısma, erkekler arka kısma otururdu. ön tarafa ve sürücünün yanında muteber kişiler yani köy Muhtarı Ali Rauf, okul müdürleri öğretmenler, polisler gibi kişiler yer alırdı. Muhtar Ali Rauf otobüse en son gelirdi. Muhtar gideceği yere boş gitmezdi. Elinde muhakkak bir sepeti vardı. Bu sepetini bakkal dükkanından otobüse kadar birileri taşıyordu. Sepette üzüm, incir, hellim, tarhana, börülce, yumurta veya domates bulunurdu. Muhtar, başında şapkası elinde bastonu olduğu halde gidip otobüsteki yerini alırdı. O zaman var olan saygıya göre kimse otobüsün ön koltuğuna gidip oturmazdı.Yaşanan o dönemde kavgalar eksik olmazdı. Muhtar nüfuzunu kullanarak birçoğunu hallederdi. Ayrıca hırsızlık ve özellikle davar hırsızlığı çok yaygındı. Davarı çalınan birisi polise değil de namlı hırsızlara veya sözü geçen kişilere başvururdu. Bu şekilde bazen davarının hepsini, bazen bir kısmını kurtarabilirdi.
********************************************************************************
Polis İbrahım'ın öldürülmesi 1915
Sayfa 37
İbrahım isimli polis memuru Limassol'un Evdim (Düzkaya) köyündendi ve 1915 yılında köyümüzde görevliydi. O dönemde polis karakolu Muhtar Yusuf Ağa'nin hanı içindeydi. Polisler, o dönemde genelde muhtar, köy azalari ve kır bekçisi ile sıkı bir işbirliği içindeydi. Polisin öldürülmesi olayının hayatta olan tanıklarından 87 yaşlarındaki Yusuf Seyit Ali'ye göre olay şöyle oldu. Yusuf'un babasi çobancılık yapıyordu. Davarından bir oğlak kayboldu ve bu oğlağın Osman Karaye isimli köylü tarafından çalındığından kuşkulanır. Kaybolan oğlak ise köye yakın olan Aradip Köyünden bir çobanın davarına girer. Rum çoban oğlağın Seyit Ali'ye ait olduğunu anlar ve ona haber vermek için fırsat kollar. Bu arada Osman ile Seyit Ali arasında başka nedenlerden dolayı var olan düşmanlık daha da artar.Bir akşam üstü Seyit Ali, oğlu Yusuf ile (olayı nakleden kişi) köy meydanında yürürken Osman ile karşılasırlar. Osman sarhoştu ve bıçak taşıyordu. Zaten o dönemde bıçak taşımayana hemen hemen rastlanmazdı. Seyit Ali, Osman'dan çok korkar ve muhtar ile birlikte oturmakta olan Polis İbrahıme gidip, Osman'ın bıçak taşımakta olduğu şikayetinde bulunur. şikayeti olan polis derhal ayağa kalkarak kır bekçisi (desteban) olan Halil Mustafuri ile birlikte Osman'ı aramaya çıkmaya hazırlanır. çok gün görmüş deneyimli birisi olan Muhtar Yusuf Ağa polis İbrahım'e "etme eyleme" demişse de sözünü dinletemedi.Polis İbrahım Osman Karaye'yi Gülferi usta'nın terzi dükkanı önünde yetişti. Bıçağı vermesini istedi. O dönemde bir kabadayının bıçağını teslim etmesi namus ve şerefini teslim etmesi kadar aşağılayıcı bir hareket sayılırdı. Osman bıçağını vermedi ve polis onu zorla almaya kalkıştı. Bu anda olan oldu ve Osman bıçağı polise sapladı. Bir anda ortalık kan gölüne döndü. Bıçak darbesi sonucu polis yere yığılırken, Osman işlediği hatanın farkına vararak olduğu yerde donup kaldı. çevrede toplanan köylüler Osman'ın bu hareketine çok sinirlendiler ve onu orada öldürmek istediler. Olay yerine koşanlar arasında Muhtar Yusuf Ağa da vardı. Muhtar, "kimse Osman'a dokunmasın, ip getirin onu bağlayalım memlekette kanun var", dedi ve kızgın köylüleri yatıştırmaya çalıştı. Getirilen ip ile Osman sıkıca bağlanır ve ağır yaralı olan polis İbrahım ile birlikte Muhtarın ofisine götürüldüler. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Akan kanı durdurmak için yaraya yün basıldı ancak kanama durdurulamadı. Bölgedeki tek doktor Yahudi köyü olan Margo'daydı, ancak doktoru gidip bulup getirmek kolay bir iş değildi. Böylece polis büyük bir acı içinde can verirken Osman'ı gelip teslim almaları için polise haberci gönderildi. Osman idam istemiyle mahkemeye çıkarıldı. Babası oğlunu idamdan kurtarmak için varını yoğunu yok pahasına sattı. Osman ömür boyu hapislik cezası ile cezalandırıldı. 20 yil cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldı ve köye geldi. İşlediği suçtan dolayı köylü onu hiç bir zaman affetmediği için köyde tutunamadı ve Antalya'ya göç edip yerleşti ve orada öldü.
********************************************************************************
Papazın öldürülmesi 1924
Sayfa 40-43
Adanın Lüzinyan ve Venedik yönetiminde bulunduğu yıllarda faliyeti yasaklanan ve her türlü kovuşturmaya tabi tutulan Rum Kilisesi adanın Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra adanın yegane yasal kilisesi olarak tanındı ve Latin Kilisesi'nin faaliyeti yasaklanmıştı. Daha sonraki yıllarda Rum din adamları ve diğer yetkililer getirildikleri mevkileri suistimal ederek halka ağır vergiler yükleyerek zengin olurken, bazıları bu zenginliği Rum okulu ve kiliseler inşa etmek için kullandı.Ekonomik yönden güçlenen kilise bu faaliyetin başını çekiyordu. Konumuz Akıncılar köyünün tarihi olmakla birlikte, 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkan Yünan askerleri arasında çok sayıda Kıbrıslı Rum olduğu biliniyor. Türklerin anayurdu kan ağlarken Kıbrıs'taki Rum kilisesi İngiliz idaresi'nin de göz yumması sonucu çaresizlik içinde kıvranan Kıbrıs Türk halkına karsı bir Hristiyanlaştırma kampanyası başlattı. Rum din adamları kentler dışında çok etkili oluyordu. Bu hedeflerin başında Lurucina Türkleri geliyordu. Rumların bu faaliyetlerini farkeden zamanın EVKAF yöneticileri köyümüze Mehmet Raci Efendi isimli Mağusa'nın (Galatya) Mehmetcik köyünden olan bir din adamını köyde görevlendirdi. Sarıklı bir din adamı olmasına karşın Raci Efendi çok aydın ve katıksız bir Türk milliyetçisi idi. Rum din adamlarının köyde at oynatması artık zorlaşmış. Raci efendi imamlık yanında öğretmenlik de yapıyordu.Aynı dönemde köy papazı olan Papa Haralambos ise her Rum din adamının en büyük hayali olan herhangi bir Müslüman, Hristiyan dinine kazandırma yönündeki faaliyetlerini aralıksız sürdürüyordu. Köyün milliyetci gençleri kendilerine sürülmeye çalışılan leke karşısında sessiz duramazdı. Yaşlıların anlattığına göre bir gün akşam üstü, Raci Efendi, köy gençlerine "bu papaz sizi Rumlastırmaya çalışır bunun hakkından gelecek iki yiğit yokmu? diye sorar.24 Eylül 1924 tarihinde Papaz Lefkoşa-Larnaka anayolunun 13. mili yanında bulunan bahçesinin kulübesinde uyurken iki kişi tarafından başı ezilmek sureti ile öldürüldü. Olay ertesi sabah işitilince dönemin İngiliz polisi olayı meydana çıkarmak için seferber oldu. çok sayıda atlı polis cinayet bölgesi ile köy arasında cirit atıyordu. Papazın öldürülmesinden sonra kedisinden ilk kuşku duyulan Raci Efendi ve köyde görevli Ahmet onbaşı isimli bir Türk polisiydi. İngiliz polisi bunları yakalamaya teşebbüs etmedi. Olay gecesi köyden çok uzaklarda olduğunu ispatlayamayan bütün erkekler tutuklandı. Birçoğu köydeki polis karakolunda tutulurken bazıları Kiracıköy ve Dizdarköy polis karakollarına götürüldü.Olayla ilgili olarak Mustafa ve Yusuf Bayram isimli iki kardeş yakalandı ve papazı öldürmekten mahkemeye çıkarıldılar. 16-21 Ekim 1924 tarihleri arasında Lefkoşa'da oturum yapan ağır ceza mahkemesinde yargılanan bu iki kardeş idama mahkum edildi. İstinaf ve Valiye yaptıkları af başvuruları kabul edilmedi ve 20 Kasım 1924 tarihinde Lefkoşa merkezi cezaevinde asılarak idam edildiler
******************************************************************************
Lurucina Türk Gençler Ocaği.
Sayfa 55-58
Akıncılar gençleri bir yandan ikinci Dünya Savaşı'nın devam etmesinin yarattığı ağır geçim koşulları altında yaşam mücadelesi verirken diğer yandan milli ve sosyal etkinlikler düzenliyorlardı. Köy gençlerini bir çatı altında toplamak amacı ile dönemin gençleri Atatürk ruhu ile coşan öğretmenlerinin gayreti ile sportif ve kültürel alanda faaliyet gösterecek "Lurucina Türk Gençler Ocağını", kurdular. Bu kulüp uzun yıllar köy camisi karşısında Veli Usta'nın tahsis ettiği binada faaliyet gösterdi, iyi bir futbol takımının kurulmasıyla çevredeki Türk ve Rum köylerindeki takımlarla yapılan spor müsabakalarında çok büyük başarılarla imza attı. Köyde futbol maçı olduğu gün köyde bir bayram havası yaşanırdı. Büyük küçük herkes köyün güneyindeki futbol sahasında toplanır ve oyunculara destek verirdi. Oyunun sonucu ne olursa olsun konuk oyuncular kulübe davet edilir ve onlara sıcak çaylar ikram edilirdi. Kulübümüzün yetiştirdiği futbolculardan Ali Denizer Kıbrıs Milli Takımında oynayan bir gencimizdi.
Kulübün kurulması ile bir çatı altında toplanan gençler futbol, masa tenisi ve atletizm gibi spor dallarında faaliyet gösterirken kulüpte oluşturulan kütüphaneden yararlanıyorlardı. öğretmenlerin kulüp lokaline gitmesi gençler için ayrı bir gurur kaynağıydı. Herkes dikkatle öğretmenleri dinler ve akıllarının ermediği konularda soru sorarlardı. Lokalde akü ile çalışan bir de büyük radyo vardı. Bu radyodan İstanbul radyo'su ve daha sonra Ankara Radyo'su dinlenebiliyordu. Kulüp üyesi olmayan birisinin kulübe girmesine genelde müsaade edilmezdi. Kulüp üyeliğinden atılmak büyük ayıp sayılırdı. Bundan dolayı gençlerimiz kit olanaklarına karşın aidatlarını mükemmel bir şekilde ödeme uğraşı içindeydiler.
********************************************************************************
Gelenek ve Görenekler
Sayfa 59-62
Köydeki düğünler Türk geleneklerine göre düzenlenirdi. Evlilikler görücü usulü ile başlardı. Erkek tarafı kızı ister ve kız ailesi damadın uygun olması durumunda genelde kıza sormadan karar verirdi. Damatta aranan özellikler damadın genç, çalışkan ve birazda varlıklı bir aileden olması önemli faktörlerdi. Soyu sopu çok önemliydi. Varılan ilk antlaşmadan sonra nişanlılık dönemi başlardı. Nişanlılık döneminde nişanlıların tek başlarına kalmasına fırsat verilmezdi. Zaten bu dönemde damadın kız evine gitmesi yasaktı. Nişanlılık 3-4 yıl kadar sürerdi. Erkek tarafı evini, kız tarafı da çeyizini hazırladıktan sonra düğün yapılırdı. Düğünler genelde haftanın Pazartesi günü başlayıp bir hafta sürerdi. Düğünün ilk gününde keman eşliğinde gelinin yatakları dikilirdi. Dikiş olayı bir araya gelen köy kadınları tarafından yapılırdı. Düğünler, kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı düzenlenmesi nedeniyle kadınlar bölümünün kemancısı gözleri görmeyen Mihail isimli bir kemancı katılırdı. Daha sonra ünlü bir kemancı olan Gülferi usta'nın annesi Emine ise döplek çalardı. Kemaneci ve döplekciye özel yemek hazırlanırdı. Bu kişileri düğün sahibi ödemezdi. çalgı çaldıkları yerin önüne bir sandalye yerleştirilirdi. Bu sandalyenin üzerine bir tabak konurdu. Düğüne katılanlar oynanan oyunlardan sonra imkanlarına göre bu tabağa para koyarlardı. Yataklar müzik ve yerel oyunlar eşliğinde dikildikten sonra küçük yaşta bir erkek çocuk yeni çiftin erkek çocuğu sahibi olması için gelin yatağı üzerinde yuvarlanırdı. Düğünün bu bölümüne katılan kadınlar için yemek yapılmazdı. Salı gününü ise düğün
sahipleri genellikle hazırlık yaparak geçirirlerdi. çarşamba günü gelin, alay halinde müzik eşliğinde hamama götürülürdü. Köy erkekleri ise damadın evini müsait olması durumunda damadın evinde, müsait olmaması durumunda köy kahvehanelerde genelde köyün etinden pişirilmiş kebab yiyerek ve genelde şarap veya zivaniya içerek eğlenirlerdi. Eski dönemlerde köyümüzde düğün yapıldığında komşu Rum köylerinden çalınan koyunlar kesilirdi. Bu gibi hırsızlıkları önlemek amacıyla polis sıkı önlem alırdı ancak bütün önlemlere karşı yine hayvan çalınıp getirilir ve polislerde bu hayvanların etinden ikram edilirdi. Düğünün Perşembe günkü bölümünde keman eşliğinde damat traş edilir ve eğlence devam ederdi. Gelin evinde ise kına yakılırdı. Cuma günleri öğleden sonra gelin evinden oluşturulan düğün alayı damadın evine giderdi. Düğün alayının en önünde bir Türk Bayrağı, onu takiben omuzunda feslikan taşıyan bir köylü ve arkalarından gelin ile damat yürürdü. Onları erkekler izliyordu. Erkeklerin arkasında belli bir mesafede kadınlar yürürdü. Bu alayın yürüyüşü sırasında erkeklerin arkadan gelen kadınlara bakması ayıp olduğu kadar affedilmez bir suçtu. Düğün evine belli bir mesafe kalınca atlet gençler yarışa başlar ve eve ilk varana düğün anısına bir yastıcık verilirdi. Gelin ve damat evlerine bırakıldıktan sonra herkes dağılırdı. Ertesi gün sabah sabah kız anası hazırladığı çorba ile yeni evlilerin evine gider ve bakirelik kanını görmek isterdi. Bakirelik kanı kız ailesi olduğu kadar erkek ailesi için de bir gurur kaynağıydı. Bu kanın bulunduğu özel mendil veya kumaş bir seleye yerleştirilir ve gelin evini ziyaret edenler 40 gün süreyle bunu görebilirdi. Dönemin tek eğlencesi düğün olduğu için zamanın gençleri hem güçlerini ortaya koymak hem de isimlerinden bahsettirmek amacıyla birçok kez kavgaya tutuşurlardı. Ancak genelde bu kavgalar elle vuruşma ve küfürle sonuçlanırdı. Hayırlı sayılır kişilerin araya girmesi etkili olurdu. Düğün sırasında yeni evliler için az da olsa bir miktar para toplanırdı. Paralar şimdi olduğu gibi gelin ve damadın göğsüne değil de onların önüne yerleştirilen uygun bir yere bırakılırdı. Düğünün erkekler için düzenlenen bölümünden Gülferi Usta keman çalıyordu. Davul zurna ise düğünün en önemli çalgılarıydı. Düğünlerde oynanan oyunlar, Kıbrıs'a özgü birinci, ikinci ve üçüncü oyunlar, zeybekler ve arabiyelerdi. Düğünlerde dansöz oynatılmazdi. Erkeklerde ortalama evlilik yaşi otuz yaş dolayındaydı. Kadınlarda ise 20-25 ti. Doğum olayına gelince hamilelik başladıktan sonra anne adayının hissettiği yeni duygular, mide bulantısı veya rahatsızlıklara bakılarak çocuğun cinsiyeti hakkında fikir yürütmek daha da kolaylaşırdı. Karın ileriye burun şekilde gelişirse erkek, yan taraf doğru ve arka kesimlerde genişleme olursa kız doğacak tahmini yapılırdı. Birçok kez tahminler tutmazdı.
Doğum sancıları başlayınca koca, koşarak köyün ebesi olan Emine hanım'ın evine giderdi. Emine hanım ebe olmadan önce Limbia Rum köyünden Andigoni isimli bir Rum ebe getirildi. Ebeleri getirmeye giden yaya gittiği gibi ebeler de doğuracak kadının evine yaya gidiyordu. Ebe çantasını hazırlar ve baba adayı ona taşırdı. Ebe eve gelene kadar toplanan kadınlar gerekli sıcak suyu hazırladı. Ebe eve varınca genelde herkesi dışarı çıkarır ve hamileyi muayene ederdi. Doğumun normal olup olmayacağını tahmin edince baba adayına araba hazır etmesi için bilgi verilirdi. O zamanlarda araba yalnız birkaç otobüstü. Buna rağmen otobüs sahibi istenmesi durumunda hamile kadını ebe eşliğinde Lefkoşa Genel hastanesi'ne kaldırıldı. Doğumun normal olması durumunda kırk gün süreli lohusalık başlardı. Lohusalık döneminde lohusa cin ve kötü ruhların saldırısına uğramamak için gece veya gündüz yalnız başına bırakılmazdı.
Köylülerin diğer bir alışkanlığı da pazar günleri ciğer yemekti. Köyümüzde 6-7 kasap vardı. Hayvanları harmanlarda keserlerdi. Bazı kasapların ciğer pişirme yerleri de vardı. Köylüler burada pişirilen ciğeri yemeği çok severdi. Ayrıca evler için satın alınan ciğerler sabah kahvaltısı veya öğle yemeği olarak kavrulur, soğan ve domatesle beraber yenirdi.
Köylü erkeklerin kötü bir geleneği ise kumardı. Yeni yılın yaklaşmasıyla başlayan kumar yılbaşında doruğa çıkardı ve o günlerde büyük bir kesim kumar oynardı.
*********************************************************************************
Milli günlerin kutlanması
Sayfa 65-69
Milli günlerin kutlanmasi okullar ve kulüp önderliğinde yapiliyordu. 23 Nisan, ve I9 Mayıs gibi gençlik bayramlari coşku ile kutlanirken, bu piyeslerin hazirlanmasi ve sahnelenmesi uzun bir uğraş gerektiriyordu. O günlerin kit imkanlari ile boğuşan gençler sahne düzenlemesi ve gösterileri izleyeceklerin oturacağı sandalyeleri temin etmek için günlerce kapı kapı dolaşıyorlardı. Uzun yillar kulüp sekreterliğini yürüten Hüseyin Kubilay bu gibi etkinliklerin düzenlenmesi için kapı kapı dolaşıp sandalye, masa ve dekorlar icin gerekli esyalari köylüden topladiklarini ve gösteriden sonra yine ayni şekilde geri taşıdıklarını anlatti. Sahnenin ön kısmına yerleştirilen koltuklara öncelikli olarak bütün köyün sevip saydığı Muhtar Ali Rauf, öğretmenler ve eğer varsa özel davetliler otururdu. Bu gibi gösterilerden elde edilen gelir fakir köy çocukları için harcanırdı.
1956 yılındaki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayraminin kutlanmasi ile ilgi olarak o günlerde yayınlanan yerel gazetelerde Akıncılar Gençlik Ocagi sekreteri Hüseyin Kubilay'ın asagidaki yazisi yer aldi.
"Köyümüzün ilk ve ortaokullar ile kulübümüz gençleri bir araya gelerek bize çok heyecanlı bir gün yaşadılar. Okullar, evler ve sokaklar baştan başa sanli bayraklarımızla donanmasi. Halktan hiç kimse isine gitmemis bu mutlu günü kutlamak için hazırlanmış bulunuyordu. Sanli bayraklarımızla suslenmis meydan ve kahvehanelerimiz sabahın erken saatlerinden itibaren büyük bir halk kitlesiyle hinca hinç dolmus bulunuyordu. Sokaklari gezen davul ve zurnanin çaldığı milli havalar bu mutlu güne büyük bir hassasiyet veriyordu.
Merasim mahalli olarak ilkokulumuz seçilmişti. İlkokulumuz talim heyeti bu fırsattan istifade ederek merasim saati gelinceye kadar okulun resim, nakış ve dikis sergisini halka açik bulundurmuslardir. Küçük yavrularımızın cesitli resim, nakış ve dikişlerini görmek bize büyük bir sevinç vermistir. Bilhassa nakis köşesi dikkati çekiyordu. Küçük yavrularımızın bu başarısı karşısında hayran kaldığımız ifade ederken yavrularımızın yetişmesinde büyük gayret ve emegi geçen ilkokulumuz talim heyetini takdir ve tebrik etmeyi vicdan bir borç sayariz.
27 Nisan 1949 Tarihli Hürsöz gazetesi "23 Nisan Lurucina'da kutlandı", başlığı altında şu haberi yayınladı.
"Lurucina Türk Gençler Ocağı tarafından düzenlenen 23 Nisan Bayramı saat 10.00'da kulüp binasında İstiklal Marşı ile açılarak günün ehemmiyetini belirten nutuklarla kutlandı. öğleden sonra saat 2'de başlayan atletizm müsabakaları civar köylerden gelen yoğun bir halk kitlesi huzurunda muvaffakiyetle yapılmıştır. Müsabakaların neticesi şudur.
100 Metre: Birinci, Gülferi Süleyman, ikinci Yusuf Berber, üçüncü Salahi Osman.
Disk atma: Birinci, İbrahım Mustafa, 72.9, ikinci Mehmet Özer 67.10, üçüncü Mehmet Ağdıran 64.10.
800 Metre: Birinci, Gülferi Süleyman, ikinci Yusuf Berber, üçüncü Hüseyin Savalas.
Bir adım: Birinci, Salahi Osman. 18.2. ikinci İsmail Mustafa Kale 17.3, üçüncü Osman Ramadan 15.7.
200 Metre: Gülferi Süleyman, ikinci Yusuf Berber, üçüncü İsmail Mustafa Kale.
Gülle atma: Birinci Mehmet Ağdıran 28.4, ikinci İbrahim Mustafa 27.6, üçüncü Sevket Musa Tatlısu 27.5
1500: Birinci Yusuf Berber, ikinci İbrahım Mustafa, üçüncü Zihni Mehmet Koççat.
Yüksek atlama: Birinci Salahi Osman, ikinci Gülferi Süleyman
80 Metre Bayanlar: Birinci Raziye Ali, ikinci Muazzez Derviş ve Ayten Tahsildar.
üç adım: Birinci Salahi Osman 39.7. ikinci Gülferi Süleyman 36.5, üçüncü İsmaıl Mustafa 36.5.
Potin ve torba koşusu: Birinci İsmaıl ve Kemal, ikinci Hasan ile Süleyman, üçüncü İsmaıl ile Yusuf.
Yüz metre küçükler: Birinci Esat Esmer, ikinci Yalçın Ramadan Onbaşı, üçüncü Halil Mehmet.
3 Mil koşusu: Birinci İbrahım Mustafa, ikinci Süleyman Terzi.
Müsabakalara sona erdikten sonra bütün atletler kazandıkları hediyeleri alarak merasime son verilmiştir. Müsabakalara, Lurucina Türk Gençler Ocağı kaptanı Bay Derviş İsmaıl tarafından idare edilmiştir. Müsabakalara iştirak eden atletlere hediye vermek lütfunda bulunan bütün köylülere kulübümüz adına teşekkür ederiz
*********************************************************************
Ziraat Sergiler
Sayfa 72-77
Köyümüz verimli topraklara sahip çalışkan insanlar diyarıdır. Toprakların çok verimli olması köylünün çalışkanlığı ile birleşince ortaya tarım yönünden örnek bir köy ortaya çıkıyordu.
Bundan dolayı 1946 yılından itibaren köyümüzde bölgesel bir ziraat sergisi düzenlemesine başlandı ve bu sergiler yıllarca devam etti. Köyümüz, ziraat sergisini en iyi düzenleyen köy olarak Kıbrıs Valisi'nin ödülü olan bir kupayı da kazanmıştı.
20 Ekim 1946 tarihli Ateş Köylü Gazetesi'nin bu konuda yayınladığı haber şöyledir.
20 Ekim Pazar günü Lurucina Türk çiftçiler Birliği tarafından tertip edilen sergi köy muhtarı
Ali Bey'in bir hoşgeldiniz söylevi ile başlamıştır. Buna cevap olarak Ziraat Müdürü Mr MacDonald, Muhtar vasıtasıyla dilekleri dinlediğini, bu dileklerden bazılarının kendini alakadar etmediğini bildirmiştir. Kendisini alakadar eden dilekler köye bir bağ numuneleri kurulması, damızlık hayvan ve tavuk üretimi, köyden herhangi birisinin arzu etmesi durumunda hükümetin damizlik merkep vermeye hazır olduğunu söyledi. Köye numunelik bağ yetiştirilmesi
ve tavuk beslemek için Atalasa'dan köylüye soy tavuk verileceğini belirttikten sonra sergide mükafat almaya hak kazananların mukafatları verildi. Sergide mükafat alanlar aşağıdadır:
çift öküzleri: 1. Osman Halilaza, 2 İrfan Ahmet
üç yaşından küçük katırlar: 1 Davut Mehmet, 2. İbrahım Yusuf.
üç yaşından küçük katırlar: 1 Ahmet Bekir, 2 Osman Katsura
üç yaşından büyük merkepler: 1, Mehmet Hasan, 2 Arif Kafa.
üç koyun ve bir koç: 1 Ahmet Bekir, 2. Abdullah Damdelen.
Bir çift Hindi: 1 Kemal Hasan, 2. Seval Ali Rauf.
Tavuk ve Horoz: 1 Kiriakos Hristodulu, 2 Osman Yorgancı.
Keçi: 1 Mehmet Veli Bekir, 2. Arif Kafa.
Buğday (Psathas) 1. İbrahım Kangrello, 2. Bekir Seyit Ali.
Buğday (Bafidigo) 1. Arif Süleyman, 2. Mehmet Hasan Karaca.
Arpa: 1. Mehmet Hasan Karaca, 2. Bekir Seyit Ali.
Yulaf: 1, ismi belirtilmiyor, 2 Mehmet Mahmut.
Burçak: 1 İbrahım Kangrello, 2. Hüseyin İbrahım.
çekirdek Pamuk: 1 İbrahım Yusuf, 2. Ali Rauf.
Sisam: 1 İbrahım Yusuf, 2. Yusuf Kamil.
Yeşil Zeytin: 1, Ahmet Bekir.
Börülce: 1, Hüseyin İbrahım ve İbrahım Yusuf, 2 İbrahım Kangrello.
Tomates: 1, Mehmet Veli, 2. Mustafa Omer
üzüm: 1, Kemal Ahmet, 2. Yusuf Yasumullo.
Hellim: 1, Kemal Ahmet, 2. Hüseyin Ali.
Tarhana: 1, Yusuf Seyit Ali, 2. Hüseyin Kara İsmaıl.
şarap: 1, Mehmet Songur, 2. Osman Talat.
Zivania: 1, Hasan Yusuf, 2. Hüseyin Geleo.
Nakişlar:
1, Pembe Yusuf ve Nebile Osman,
2. Cemaliye Osman, 3. Serife Nasip.
5 Ekim 1948 tarihli Hür Söz gazetesine göre 3 Ekim Pazar günü köyümüzde düzenlenen Ziraat Sergisine Kıbrıs Valisi Windsor de katıldı.
Gazetenin haberine göre Valiyi getiren otomobil köy girişinde atlet gençler tarafından karşılandı. Köy meydanında dizilmiş olan öğrenciler Kral Marşını okudular. Vali, sergiyi gezdi ve daha sonra köylüye bir konuşma yaptı. Vali bu konuşmasında halkın sıkıntıları ve taleplerini gayet iyi bildiğini olanaklar çerçevesinde bunlara çözüm aranacağını anlattı.
Valinin tekliflere cevabı.
Ekselans, köylülerin kendilerine karşı göstermiş oldukları hüsnü kabulden dolayı teşekkürlerini beyan buyurmuşlar. Köyde çeşitli amme hizmetlerine yardım etmiş olan hükümet dairelerine teşekkür etmek ve yapılması istenen işlerden bahsetmekle Muhtarın hükümete yaklaşma yolunu çok iyi anladığı için kendisini tekdirle yad etmişlerdir.
çocuk bakım evi.
Bu işin üç şeye bağlı olduğunu beyan etmişlerdir.
1. Geniş avlusu olan bir evin bulunması
2. Bilgili bir çocuk bakıcısının yetiştirilmesi.
Tarım İşleri.
Köylülerin kendi bağlarını yeni çeşit bağlarla aşılama fedakarlığına katlanmadıklarından dolayı şimdiye kadar bu yolda ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Fakat köylülerin kendileri istek gösterirse tarım dairesi her türlü yardımı yapmaya hazırdır.
Asfalt yol meselesi.
Ekselans, memlekette asfalt yollar yapılmadan önceki günleri hatırladığında bahsederek dedi ki.
Bu gün bir mil yolun asfalt yapılması için 2 bin lira lazım olduğunu ve Lurucina'nin istediği 5 millik yolun asfalt olması için 10 bin lira lazım olduğunu belirti.
Ekselans, Lurucina'nın bu adada tek köy olmayıp, 600 köyün daha bulunduğunu ve bunların da asfalt yol istemeye hakları olduğuna ehemmiyetle işaret etmiş ve bunun için 6 milyon lira bir masraf gerektiğini söylemişti.
Polis Merkezi.
Vali hazretleri polis merkezlerini daima rahatsızlık yapan olayların meydana geldiği yerlerde bulundurulduğunu. Halbuki Lurucina'da herşeyin nizam ve intizam içinde yürüdüğünü ve Muhtarın nutkunda polis merkezi açılması istenmesine temas edişini hayretle karşıladığını beyan etmiştir.
Vali Hazretleri sergide nizam ve intizamı takdir ettiğinden dolayı ziraat sergileri için tahsis edilen kupayı köy muhtarına takdim etmiştir.
******************************************************************************
Okullar ve Eğitim.
Sayfa 84-87
1878 yılında ada yönetimi devralan İngilizlere göre o dönemde Kıbrıs'ın hiç köyünde okuma yazma bilen yoktu. Cehalet her yerde egemendi. 1900 yılları başında köyümüzde bir ilkokul açıldığını öğrenmiş bulunuyorum. Bu okulun kesin olarak ne zaman açıldığını belirlemek amacı ile KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı ile Evkaf'da araştırmada bulundum ancak bu konuya ilişkin herhangi bir kayda rastlanmadı.
Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı'nda var olan kayıtlara göre 1919-1920 ders yılında erkeklere mahsus bir ilkokul faaliyette bulunuyordu. Bu okulun öğretmeni köylümüz İsmaıl Efendi'dir. öğrenci sayısı 53’tür. öğretmenin yıllık maaşı 26 liradır. Bu paradan 20 lirasını Evkaf geriye kalanı da hükümet öderdi. Yaşlıların anlattığına göre okula devam eden her öğrenci haftanın belirli günlerinde öğretmene yumurta, ekmek veya başka gıda maddeleri götürmek durumundaydı.
Köyümüzde kızlara mahsus bir okul açılması için 1915 yılında köy Muhtarı Yusuf Ali, Azalar Ahmet Osman, Arif İbrahım ve Süleyman Arif imzası ile Evkaf'a bir başvuru yapıldı. Verilen uğraşlar sonucu 1920 yılında köyde kızlar için bir ilkokul açıldı. İlk ders yılında bu okulun öğretmenliğine Nahide Ahmet isimli bir bayan öğretmen atandı. Kız öğrenci sayısı 42'dir. Köyde açılan ilk erkekler ilkokulu köy camisi yanında kızlar ilkokulu da camiden köy meydanlığına giden yol üzerinde bulunan bınada faaliyete geçmişti.
Daha sonra kız ve erkekler için köyün güney kesiminde yüksekçe bir yerde geniş bir avlusu olan büyük bir ilkokul binası inşa edildi. öğrencilerin çoğalması ile bu bina da yetersiz kalınca Limbia köyü üzerinde bulunan ikinci ilkokul binası inşa edildi.
1951 yılında ise köy yetkililerinin verdiği çetin uğraşlar sonucu köyümüzde ortaokul açıldı. Köyümüzde orta okulun açılması ile birlikte çevre köylerdeki Türk öğrenciler de bu okula kayıt yaptırdılar. Bu köyler, bu gün bilinen isimleri ile üçşehitler(Goşşi), Esendağ (Petrofan), Gaziler (Piroi), Dereliköy (Bodamya), Arpalık( Ay Sozomenos), Dali köyleridir. Köy dışından gelen öğrencilerin bazıları bisikletle gelirken, bazıları yaya olarak geliyordu. O dönemde bisiklet sahibi olmak büyük bir ayrıcalıktı. Bazen iki kişinin aynı bisikletle gidip geldiği oluyordu. Bu öğrenciler, yağmur, soğuk, sicak demeden her sabah okula gelir, akşamları geri dönerlerdi.
Köyde ortaokul binası olarak ilk önce Hüseyin Esmeroğlunun evi kullanılmaya başlandı. İkinci ve üçüncü sınıf durumu ortaya çıkınca köy camisi yanında bulunan bina kullanılmaya başlandı. Daha sonra bugünkü ortaokul binası inşa edildi ve uzun yıllar böyle kullanıldı.
Orta okulun açılması köyümüz için bir dönüm noktası oluşturuyordu. Eğitim paralı da olsa ayağımıza gelmişti. Bu okuldan mezun olan yüzlerce köylümüz ve civar köy genci daha yüksek tahsile gitti. Bunlar arasında doktorlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler ve birçok dalda elemanlar yetişdi.
Ali Nesim'in kaleme aldığı 'Batmayan Eğitim Güneşlerimiz' isimli eserinin 350 sayfasında köyümüz ortaokulunda uzun yıllar müdür olarak hizmet vermiş olan Orhan Seyfi Arı anılarını şöyle anlatıyor. "1953 yılında Lurucina'ya bir yıl önce açılan orta okula gönderildim. Benden önce Kafa Riza ve Ahmet Tansel Hoca oradaydı. O zaman talebe çok azdı. Kızlarını okula göndermezlerdi. İki ay sonra Mehmet Irmak Bey ve hanımı öğretmen olarak oraya verildi. İkisi de Türkçe öğretmeniydi. En sonunda hanımı Lefkoşa'da kaldı ve yerine Muvaffak Necdet'i verdiler. Daha sonra Muvafakat alarak yerine Vehbi Tümen'in hanımı Melek Hanım'ı verdiler.
1959'a kadar orada kaldım. İlk gittiğimde okulda 30 öğrenci vardı. Ayrıldığımda ise 60-70 öğrenci olmuştu.Köyün Muhtarı Ali Rauf Efendi okulun sürdürülmesi ve kalkınması için çalıştı. Luricina'da o zaman iki bin nüfus vardı. Ancak çocuklarını okula yollamazlardı. Kapı kapı, tarla tarla dolaşıp talebe toplardım. Hatta iki üç yıl önce ilkokulu bitirenleri bile okula yazdım. Fakiri çok olduğu için duhuliye ödeyemezlerdi. Bir yardım sandığı kurdum ve okulu sürdürdüm.
***********************************************************************************
Cami Mezarlıklar ve Bayramlar
Sayfa 87-91
Köyün tek camisi vardır ancak ilk kuruluş tarihi bilinmiyor. Caminin bugünkü şekli ile 1900'de inşa edildiği anlatılıyor. Geçmişte aynı yerde okul ve cami olarak kullanılan bina mevcuttu. Minare ise 1930 yılında inşa edildi. Köyün bilinen ilk mezarlığı ise köy girişinde bulunan eski mezarlıktır. Mezarlık bölgesinin köyün bilinen ilk muhtari Mehmet Bedasi tarafından verildiği söyleniyor. Bu mezarlık dolunca onu doğusundaki mezarlık kullanılmaya başlandı ve 1967 yılında halen kullanılmakta olan ve köyün kuzey batısında bulunan mezarlık inşa edildi.
Bayram namazları ise büyük bir heyecanla kılınırdı. Bayram sabahı cami bir uçtan bir uca dolar taşardı. En önde baş imam Mehmet Songur, onun arkasında diğer imam ve müezzinlik yapan Arif Kaplan duruyordu. Müezzinlik görevi yapan diğer bir kişi ise Veli Usta idi. Ezan okunduktan sonra herkes sıralanınca Veli Usta gür sesi ile namazının nasıl kılınacağını tarif ederek şöyle diyordu. "Dokuz tekbir ile iki rekat olan bayram namazını kılmaya niyet edin uyun hazır olan imama". Bunu iki üç kez tekrarladıktan sonra namaz kılınırdı.
Camiden çıkıldığı sırada cami önünde toplanan ve dilenen özellikle yaşlılara ımkanları olan para verirdi. Köylü fakir olduğu için dilencisi de vardı.
Daha sonra eğlenceler başlardı. Köy gençlerinin başlıca eğlencesi bir bisiklet icar edip belli bir mesafeye kadar gidip geri dönmekti. Biraz cesaretli olanlar motor icar ederdi. Bu icarlar İsmaıl Barbaros'un evi önündeki yolda o zaman var olan büyük selvi ağaçlarının gölgesinde yapılırdı. Genç kızlar ise bazı evlerin avlularında kurulan salıncaklarda sallanıp şarkı söylerlerdi. Köyde sinema olmadığı zaman genelde bayram geceleri tiyatro sahnelenirdi. Daha sonra Demirci Ailesi sinema gösterilerine başladı. İlk sinema gösterilen yer Cambulat Bakkaliyesi'nin tam karşısındaki kahvehane idi. Yer çok dar olduğu için gündüzleri de film gösterilirdi. Demirci kardeşler daha sonra bu gün durmakta olan sinema binalarını biri yazlık, biri de kışlık olmak üzere inşa ettiler. Bu sinemalara 1958 yılında Lefkoşa'da bir infilak sonucu şehit olan köylümüz Ulus'un (Ulus Ulfet) ismini yaşatmak amacıyla ULUS ismi verildi.
Daha sonra Bekir Seyit Ali de bir sinema binası inşa etti. Televizyonların ortaya çıkmasıyla sinemalarda misyonlarını tamamlamış oldu. Köyde bu sinemalar açılmadan önce köylülerimiz Dali'de Vasos isimli birisinin sinemasına giderdi. Ramazan ayı boyunca patlatılan iftar topuna değinmemek mümkünmü?. Köyümüzün yetiştirdiği demircilerden olan Bekir Veli Demirci 1946 yılından başlamak üzere kesintisiz olarak 1977 yılına kadar Ramazan aylarında iftar topu patlatırdı. Bu görevi hiçbir karşılık beklemeden yapardı.
1948 yılı Ramazan ayında yine iftar topunu dükkanında hazırlarken bir patlama meydana geldi. Bekir sağ elinden feci şekilde yaralanmıştı. Kendisinin verdiği bilgiye göre derhal Lefkoşa'daki Genel hastaneye kaldırıldı. Görevli doktor Rumdu. Yaralanma nedenini sorup iftar topu olduğunu öğrenince" bu kolda hayır kalmadı" diyerek Bekir'in sağ kolunun dirseğe kadar kesilmesine karar verdi ve kesti. Bekir yılmadi ve tek kol ile iftar topunu patlatmaya devam ettiği gibi daha sonraki dönemlerde köyümüze büyük hızmetler yaptı
******************************************************************
Köylümüz ve sanat
Sayfa 91-93
Akıncılar köylüsü eğitime önem verirken, diğer yandan sanata da büyük önem veriyordu. İlk dönemlerde yani 1930'lu yıllarda köyde hemen hemen sanatkar bulunmazken 1950'lı yıllarda her sanat dalından çok sayıda köylümüz vardı.
İlk öğrenilen sanatın başında inşaat ustalığı (yapıcılık) ve ayakkabıcılık geliyordu. Daha sonraları terzilik, dülgerlik, demircilik. makinistlik, berberlik ve birçok sanatlar öğrenildi.
Müzik alanında yetişen Gülferi Süleyman Kemanist belki de Kıbrıs'ın yetiştirdiği en ünlü keman ustalarından birisiydi. çok iyi bir terzi, atlet ve keman ustası olan Gülferi aynı zamanda iyi bir dama oyuncusuydu. Yenilgiye hiç tahammülü olmayan bir kişiliğe sahipti. Uzun yıllar kendi alanında köye hizmet verdi ve daha sonraki yıllarda göç ettiği Londra'da da mesleğini sürdürdü ve orada vefat etti.
Köyde müzik ile uğraşan diğerleri ise kemanda İsmaıl Gökşan, davulda kardeşi Rifat, zurnada babası Ramadan Zurnacı idı. Veli Mustafa 'Kirlapo' ve İbrahim amca davul çalıyordu. Zeki Ernaz ve Kemal Lautacı, Lauta çalarken, Yusuf Darbukacı tam bir darbuka ustasıydı.